Harun DağlıHeykelKÜLTÜR SANAT MAGAZİNTarih

Paskalya Adasındaki Gizemli Heykeller ve Yok Olan 16 Milyon Ağacın Sırrı

Yüzlerin Gizemi

Hiç “Moai” ismini duydunuz mu? Veya Rapa Nui?

Hadi biraz kolaylaştırayım işinizi; Paskalya Adaları ya da Easter Island ismini hiç duydunuz mu?

Size bugün uzun süre gizemli kalmış olan ve yeni yeni aydınlatılan bir ada, üzerindeki yüzlerce heykel ve yok olmuş bir kültür, yani kısacası, insanoğlunun doğası üzerine hazinli bir hikâye anlatacağım; hadi toplaşın.

Paskalya Adası sadece 165 kilometrekare yüzölçümüne sahip ve üçgen şeklinde küçücük bir adadır. Birçok Okyanus adası gibi, Paskalya Adası da volkanik patlamalar sonucu oluşmuştur. Adada 70’in üzerinde, artık aktif olmayan volkan krateri mevcuttur. En büyüğü olan “Rano Kau” uzaydan da kolayca görülebilir. Adanın en yüksek noktası deniz seviyesinden 3.558 metreye yükselen Terevaka’dır.

Ada bugün teknik olarak Şili’ye aittir, ancak Güney Amerika sahilinden yaklaşık 3.700 kilometre uzaklıktadır. Coğrafi olarak Polinezya’nın bir parçasıdır, ancak en yakın adadan da yaklaşık 1,800 kilometre uzaklıktadır. Kısacası, dünyadan en kopuk ve uzak bir yerleşimden bahsediyoruz. Söyle ki, Şili’nin başkenti Santiago’dan adaya bugün bile beş buçuk saatlik uçak yolculuğu ile ulaşılabiliyor.

Moai’nin gizemi, onları yaratan insanlarla başlar.

Dünyanın en izole adalarından birine, bundan 1.200 yıl önce, sahillerine uzak bir kültürden, denizcilerle dolu, çift gövdeli bir kanonun yanaşması ile başladı her şey. Bunu izleyen yüzyıllar boyunca, adada tecrit edilmiş bir toplum gelişti.

1722’de Hollandalı kâşif Jacob Roggeveen, Pasifik Okyanusu’ndaki bu küçük Polinezya adasına ayak basana kadar da dünyanın böyle bir adadan haberi bile yoktu. Adaya ayak bastığı gün Paskalya Pazar’ı olması nedeniyle, adaya da “Paskalya Adası” ismini verdi.

Adayı keşfeden ilk batılılar, böyle ıssız, ağaçsız bir yerde insanların nasıl yaşayabileceğini anlayamadı. İlk geldiklerinde adanın nüfusu 100’den azdı, ancak adanın etrafında yüzlerce heykel vardı. Yıllar içerisinde başka bir gezegenden gelen UFO’larla ilgili bazı teoriler bile üretildi, çünkü bu küçük adada neler olduğunu kimse açıklayamıyordu.

1900’lerde krater göllerinden alınan numuneler, adanın aslında soyu tükenmiş bir palmiye türü ile kaplı bir orman olduğunu gösterene kadar, bu ada ve heykelleri herkes için bir gizemdi.

Kafanızda şöyle bir tuval resmedin; çorak bir araziden oluşan bir ada, tepelerini, uçurumlarını ve plajlarını kaplayan, Moai adi verilen, yüzlerce, muazzam insan yapımı taş heykel. Volkanik küllerin sıkışmasıyla oluşan, işlenebilir kayalardan üretilen Moai, 82 tona kadar ağırlığa sahip ve 10 metreye kadar yükseliyor. Tamamlanan heykeller “Ahu” adı verilen bir kaide veya sunak üzerine yerleştirilmiş ve kıyı boyunca iç kısımlara bakacak şekilde düzenlenmiştir. Bunun amacının hem adayı koruyup, kollamak hem de tanrıların, insanları izlediğini göstermek amaçlı olduğu düşünülüyor.

Moai inanılmaz derecede büyüleyici. Adada bu anıtsal heykellerden yaklaşık 900 tane var. Bunların yarısından biraz azı, volkanik tüfün, bu devasa heykelleri yapmak için kullanıldığı “Rano Raraku” taş ocağında bulundu. Burada bulunan heykellerin bir kısmının tamamlanmış, bir kısmının da çeşitli aşamalarda bulunuyor olması, insanların buraları gizemli ve ani şekilde terk etmeden önce, buranın son derece aktif ve hareketli bir yer olduğunu gösteriyor.

Bulunabilen bilgilere ve efsanelere göre Kral Hoto Matua’nın çift gövdeli kanosunun, Anakena bölgesindeki kumsallara indiğini ve böylece Paskalya Adasında yerleşimin başladığını gösteriyor.

Toprak örnekleri ve tarihleme yöntemlerine dayanarak, bilim adamları adanın bir zamanlar 16 milyon palmiye ağacı ile yeşil bir cennet olduğunu gösteriyor.  Yani savaştan kaçmak için açık denize çıktığı ve ne kadar sürüklendikleri belli olmayan, kendilerini Rapa Nui olarak tanımlayan bir grup insan, kendilerini tropik bir cennette buldular ve buraya yerleşerek yüzlerce yıl sürecek Rapa Nui medeniyetini geliştirdiler. İlk adalılar, ağaçları keserek kendilerine ev ve balıkçılıkta kullanacakları tekneler inşa etmeye başladılar. Bu arada yanlarında getirdikleri bitkilerde verimli volkanik toprakta iyi sonuç verdi. Yeni bir medeniyet kurup geliştirmek için her şey fazlasıyla mevcuttu.

Kendileri ile Polinezya arasında binlerce kilometrelik bir mesafe olabilir, ancak Rapa Nui’nin yeni topraklarında bir Polinezya kültürü geliştirdi. Geleneksel bir politik sistemde, kabile şefleri Rapa Nui’yi yönetti ve siyasi ve manevi otorite duygusunu geliştirmek için çalıştılar. Kültürlerinin en önemli özelliği, tanrıları ve ataları onurlandıran sanat ve ibadettir. Bu sanat formları arasında hikâye anlatımında kullanılan dövmeler, kaya oymaları, müzik, dans ve ip figürleri vardı. Ancak en önemli sanatsal çabaları tartışılmaz bir şekilde Moai’dir.

Ancak işler büyük ölçüde değişmek üzereydi. Huşu uyandıran Moai’yi diken aynı insanlar adanın ekosistemini sonsuza dek değiştirecekti. Medeniyetlerinin zirvesinde yetenekli sanatçılar ve mühendisler yetiştiren bu medeniyetin, ön görüden yoksun ve plansız olmaları, böyle sofistike bir medeniyetten hiç beklenmeyecek bir vurdum duymazlık örneğidir. Bunun neticesi olarak, tarihte çok az uygarlık bu kadar hızlı bir şekilde yükselip çökmüştür.

Moai Heykelleri

Peki, bu dev heykelleri nasıl yaptılar? Görünüşe göre volkan kraterlerinde buldukları uygun kayaları sahada oyarak işe başlıyorlardı. Heykellerin yüzleri ve ön cepheleri tamamlanınca, halatlar yardımıyla taş bloğu dik duruma getirip, geri kalan kısımları tamamlıyorlardı. Tamamlanan heykeller, yılın belli zamanlarında, özel seremoniler eşliğinde, kızaklar üzerinde veya silindirlerle yuvarlayarak, adanın dört bir yanında, kendileri için hazırlanan platformlara taşınmaları gerekiyordu. Bu, bazı durumlarda 23 km’lik bir yürüyüşü içeriyordu.

1600’lerde Paskalya Adası, uygarlığının zirvesindeydi. Moai üretimi tüm zamanların en yüksek seviyesindeydi. M.Ö. 1400’den 1600’e kadar 887 Moai üretildi. İlginçtir ki, bunlardan sadece 288’i “Ahu” olarak adlandırılan platformlarına taşındı, geriye kalan büyük çoğunluk volkanda kaldı. Düşünebiliyor musunuz, o kadar emek, zaman ve uğraş sonucu yapılan her üç heykelden sadece birisi yerine konulabildi, diğer ikisi yapıldığı yerde yok olmaya bırakıldı.

Size bir fikir vermek acısından, bu Moai’lerin bazıları hareket ettirilemeyecek kadar hantaldı. Bulunan en büyük Moai heykeli 22 metre yükseklikte, 165 ton ağırlığındaydı ve asla çukurdan çıkmadı ve çıkarılması bugün bile zor bir işlem.

Paskalya Adası’nın Çöküşü

Peki, Rapa Nui’de ne oldu?

Kaynakların dikkatsiz kullanımı, Paskalya Adası’nın çöküşüne birincil derecede katkıda bulundu. Rapa Nui yöneticileri, kafalarındaki projelere o kadar gömülmüşlerdi ki, kaynaklarının boyutunu küçümsediler. 16 Milyon palmiye ağacı, gemi, ev, tarımsal arazi, Moai’lerin nakliyesi ve yol açımı amacıyla birer birer yok edildi. Bir zamanlar el değmemiş, yemyeşil bir cennet olan bu ada, ağaçsız çorak bir arazi parçası haline döndü.

Rapa Nui’nin nüfusu uygarlıklarının zirvesinde 17.000’e ulaştı. Artan nüfus Maoi yapımı için uygun seviyeye ulaşsa da, bu nüfusu beslemek için gerekli kaynaklar, ikamet ve kendi kendine yeterlilik konusunda problemler yaşamaya başladılar. Bunun sonucu olarak adayı yönetme ve hala verimli topraklara ait mülkiyet haklarını kontrol etme adına kabileler arası fraksiyonlar oluşmaya başladı.

Her kabilenin Moai tanrıları üretme yarışı sonrasında bir saplantıya dönüştü. Her kabile tanrılarının desteğini almak için daha büyük, daha iyi ve daha fazla Moai üretmeye başladı, ama hiçbirisi bunun hem çevreye hem de kaynaklarına verdiği zararı görmek istemedi.

Ormansızlaşma devam ettikçe, daha fazla ağaç kesildi. Dik tepelerde sağlam ağaçların ve köklerinin korumadığı verimli üst toprak yağmur sularının etkisiyle denize aktı, toprak aşındı ve bu koşullarda mahsul yetiştirilememeye başlandı. Nüfusun artmasına rağmen, bu nüfusu besleyecek kaynaklar ters orantılı olarak hızla tüketildi.

Öyle ki, adadan kaçmak için daha büyük kanolar inşa etmek için gerekli olan odunlarının bile olmadığı noktaya geldiler. Artık okyanusun ortasındaki bu cennet ada, üzerinde yaşayanlar için kaçamayacakları, açık bir hapishaneye dönmüştü.

Sınırlı kaynaklara sahip, küçük bir adada sıkışmış bu topluluk, ağaçları kesmeyi bırakmak yerine, daha fazla kesip birbirlerine karşı savaşmaya başladılar. Böyle bir savaşta kazananın olmayacağını göremediler!

Açlık kıtlığa döndüğünde ve giderek daha az tarım arazisi kaldığında, bu kez Moai’ye karşı döndüler.  Atalarını ve tanrılarını, medeniyetlerini lanetledikleri için suçluyorlar, yaptıkları o kadar heykele karşın, tanrıların hiç yardım etmediğini düşünerek büyük öfke duyuyorlardı. Birbirlerinin heykellerinin gözlerini oyup devirdiler, bazı heykellerin başları kesildi.

Bütün bu çılgınlık bittiğinde, mağlup olan kabilelerden kalanlar, kaçamadıkları adanın mağaralarına saklanıp, yaşamak ve orada ölmek zorunda kaldılar.

Paskalya Adası’nda dibe vuran bu medeniyet, işlerin daha da kötüye gidemeyeceği düşünürken, gücünü kaybetmiş bu adanın kıyılarına yanaşan gemiler, daha büyük felaketleri getirdi.

İlk Perulu köle tüccarları saldırdı ve ada nüfusunun çoğunu köle olarak aldı, götürdü. Adanın birçok mağarasında saklanarak yasamaya çalışanlar, Hıristiyan Misyonerler tarafından “kurtarıldı”, ama tabii bu kelimeyi burada mecazi bir anlamda kullanıyorum.

Misyonerler, Rapa Nui halkının maddi ve manevi çöküş yaşadığı en savunmasız halindeyken Paskalya Adasına geldiler. Toplumun temel taşları yıkılmış haldeyken, halkı Hristiyanlığa dönüştürmek uzun sürmedi. Ahşap heykellerini, dini eserlerini ve yazı dillerini (Rongo-rongo tabletleri) yok ettiler. Öyle ki küçük bir adada hiçten yaratılan muhteşem bir medeniyet, insanlarının vurdum duymazlığı ve yöneticilerinin öngörüsüzlüğü sonucu dili, dini, inanç ve kültürünü kaybederek, taşlardan yapılan mistik heykellerle anılan, kurak bir adada, bir hayalete donuştu.

Rapa Nui’ler bu adaya ilk ulaştıklarında yemyeşil bir tropik cennetle karşılaştı. 300 yılın sonunda, tekne inşa edip, adadan kaçabilecek olanakları bile kalmamış, umutsuzca gökyüzünde zahmetsizce süzülüp, gözden kaybolan kuşlara bakmak kalmıştı. Üç yüz yılda geliştirdikleri Rapa Nui kültürü çöktü ve topluluğu yok oldu.

Savaş, köle tüccarları, misyonerler ve kıtlık bu büyük uygarlığı yok etti. Bugün Rapa Nui saf kanını taşıyan sadece birkaç kişi kaldı.

Geçmişten Bir Ders

Hiç bitmeyen hammadde kaynakları. Teknolojik gelişmeler. Nüfus artışı. Daha fazla ve iyiye duyulan hırs, gözleri kör eden bencillik. Kaynakların tükenmesi. Savaş. Çöküş. Kulağa tanıdık geliyor mu?

Paskalya Adasının hikayesi, aslında zamanımız için bir hikâye. Biz de sonsuz bir denizde yüzen bir adadayız. Tabii ki farklılıklar var. Rapa Nui’nin küçük bir ada olduğunu söyleyebilir ve böyle kapalı bir sistemdeki kaynakların tükenmesi sadece bir zaman meselesiydi de diyebilirsiniz elbette.

Ancak adalıların, çevrelerine karşı olan tavırları ile bizim yaklaşımımız arasında büyük paralellikler var. Ve maalesef bu, hikâyenin en korkutucu kısmı!

Paskalya kadar küçük bir adada ormansızlaşmanın etkilerini görmek kolaydı. Ancak burada yaşayanlar, buna hiç aldırmadan, büyük bir sorumsuzluk içerisinde, yıkıcı ve yok edici eylemlerine devam ettiler.

Muhtemelen azalan topraklarını arttırması, daha fazla ürün vermesi için tanrılarına dua ettiler, maalesef tanrıları hiçbir zaman yanıt vermedi.

Ama onlar aldırmadı, daha büyük tanrılar yapabilmek için daha çok ağaç kestiler. Bu ekosistemi değiştirmek için ne yaparsanız yapın, sonuçlar makul şekilde öngörülebilirdi. Adanın zirve noktası olan tepelerden, tüm ada çok kolay şekilde görülebiliyor. Tek yapmaları gereken bir tepeye çıkıp, kafalarını kaldırıp, yaptıkları yıkımı görmekti, ama yapmadılar.

İnanabiliyor musunuz? Son ağacı kesen kişi, aslında onun son ağaç olduğunu görebiliyordu, ama yine de kesti! İşte bu, insan hırsının, kendi ölümüne neden olacak olsa bile, gözlerini nasıl kör ettiğinin en güzel örneği!

Şimdi günümüzü düşünün; tüm ormanlarımız buldozerlerle yok ediliyor, denizlerimiz ve havamız hızla kirleniyor ve canlı türleri ya azalmaya ya da yok olmaya başladı. Oysa ki, onların tepeye çıkıp bakabilecekleri gibi, bizim de teknolojimiz uydularımız var, üstelik beş yıl önce ve sonrasını karşılaştırarak, felaketin boyutunu daha iyi görmek için internetinizin olması yeterli.

Harekete geçmek için sınırlı zamanımız kaldığını hepimiz bildiğimiz halde, ne liderlerimiz ne de bireylerin büyük çoğunluğu günü kurtarmaya çalışıp geleceği umursamıyoruz.

Zamanımızın teknoloji ve gelişiminin Moai’sini inşa etmek için gözümüzü hırs bürümüş şekilde çalışıyoruz.

Rapa Nui’ler, politik amaçları ve insanları rahat yönlendirebilecekleri kendi uydurdukları inanç heykelleri için tüm kaynaklarını heba edip, devasa taş heykeller yaptılar ve bu heykellerin de yalnızca üçte birini gün ışığına çıkarabilme şansları oldu.

Bugün de kaynaklarımızı sonsuz teknolojik, politik güç mücadeleleri için kullanıyoruz. Hangi din ve ülkede yaşıyor olursanız olun, liderlerimizin, inancımızı ve zayıflığımızı bizi daha kolay yönlendirmek için kullandıklarının farkında bile değiliz.

Daha ekolojik ve doğal çözümler varken, yüzlerce yılda yok olmayacak olan atıklar yaratıyoruz, ormanlarımızı kesip, canlı türlerini yok edip, havamızı ve denizimizi kirleterek, ekolojik dengeyi geri dönülmez bir şekilde bozuyoruz.

O zaman şu soruyu hepimiz birbirimize soralım;

Hırslarımızdan arınıp, yaşadığımız çevreyle barışık ve saygı duyan bir dünya yaratmak mümkün mü?

Yoksa insanoğlu hep aynı mıdır? Yani, Rapa Nui’de o en son ağacı keserken, vadiye bakan ve son ağaç olduğunu bilerek yine de kesen insanla hep aynı mıyız?

O son ağacı kesen ve keserken de bunun farkında olan, o son insan durumunda olmamanız dileğiyle, güzel bir hafta diliyorum.

Harun Dağlı

İletişim:

Yazar: contact@speak2impress.com

Editör: editor@objedergi.com

 

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

Başa dön tuşu